Uzun bir sürenin ardından buradayım. Bu saha kaydı*’nın son nüshası.
Ara dönem açık stüdyo buluşmasına yaptığım davetten sonra içimde de dışımda bir sessizlik hüküm sürmeye başladı. Daha doğrusu onu da önceleyen büyük bir gürültü.
Süreçte kalmakta zorlandığım gerçeğinin fısıltıları yükselmeye başladı. Önce şehir efsanesi canım, inanmayın böyle hurafelere dedim.
Sonra, çoğu zaman yapmaya çalıştığım gibi, gitmeyen sızının sebebini karşıma alıp onunla konuşmaya çalıştım. 2 hafta boyunca yaptığım konuşmalarda çuvalladım.
Akan nehri nasıl da kovaladığımız hakkında başka bir bültende yazmıştım. Yani hem nasıl peşinden koşarak kovaladığımızı, hem de akmakta olan suya, onun ne hacmini, ne hareketini, ne rengini, ne de özünü yakalayabilmemizi sağlayacak kovaları içine daldırıp daldırıp çıkardığımızı. Coğrafya derslerinden görmeye aşina olduğumuz yeryüzü kesitleri gibi, hepimizin de bildiği üzere, farklı yerküre katmanları o kadar da net sınırlarla ayrılmış değil birbirinden.
Neyi kovalıyorsun Zeynep? ikiye üçe beşe bölünerek cevaplamaya başladığım bir soru oldu. Ama kelimelerle değil. Kelimeler ince saplı çok amaçlı kovaların ta kendisi olabiliyor bazen.
neyden kaçıyorsun Zeynep? neyi neye doldurmaya çalışıyorsun Zeynep? nereye doğru koşuyorsun Zeynep? neyin bütünlüğünü, tamamlanmış gözükme uğruna bölüyorsun Zeynep? neyi tamamlamaya çalışıyorsun Zeynep? tamamlaman gereken ne var ki Zeynep? peki açıklaman gereken? pislik ilaç şirketleri gibi, hastalığı çözme vaadiyle problemin bütününü asla görmeyen haplardan neden sen de piyasaya sürmeye çalışıyorsun Zeynep?
sonra, yavaş yavaş,
nereden çıkarak nereye aktığını bilmediğin bir nehrin ebedi koruyucusu ünvanını kendi kendine vermek istemez misin Zeynep?
Emir askerdeyken ona tuttuğum defterden bir kesit:
Bu defterin en sevdiğim yanı, tamamının el yazısı olması. Öteden beri elle yazmakla bilgisayara yazmak arasında derinlerde bir yerde hissettiğim dev bir fark olduğunu biliyordum. Daha önce bunu kendime de dışarıya da zaman zaman açıklamaya çalıştım. Her seferinde elle bir şeyi yazmayı, klavye kullanmaya tercih ettim. Daha doğru, daha iyi hissettiriyor deyip çok da irdelemedim. Şimdilerde bu gizem kendi kendini çözmeye başladı. Önce Anne Carson'un bir röportajında "Marking thoughts and typing thoughts are two different things." dediğini duymamla. Evet dedim, düşüncelerimin izlerini bırakmak, onların tekdüze, ritimsiz, hareketsiz ve dijital karşılıklarını oluşturmamak benim yaptığım. Sonra kendimi daha da fazla çizerken buldum. Ama öyle bir "final image" elde etmek kaygısıyla değil, elimin o an sergilemek istediği hareketi kaydedercesine. Yine bir düşüncenin, bir ruh halinin bıraktığı izleri bırakırcasına, izlercesine. Şimdi neden birçok yazarın çizimlerinin de olduğunu daha iyi anlıyorum. Bazı şeylerin dilsel yerine jestürel çevirileri var. Bazı şeylerin anlamını değil hareketini kaydetmeye ihtiyacım var. Bazen yazmaya değil, çizmeye ihtiyacım olduğu gibi, çoğu zaman bir dosya açıp tuşlara basmaya değil, kalemi kağıda sürtmeye ihtiyacım var. Kolum şimdiden ağrımaya başladı.
Şimdi ise defterden ekrana aktarış esnasında gözlerim biraz yanmaya başladı. Uzun süren bir ekransızlık için askere bile gidebilirim sanırım.
Bugün stüdyoya gelirken yolda aldığım bir not:
Bazen insan kendini sistemin içine güzelce bırakıverir. Spotify’da en güzel 40 piyano klasiği çalma listesine tıklamak gibi.
Neyi nasıl seçmemiz gerektiğini, havuzların içinden neleri seçerek kendimizi oluşturmamız gerektiğini bilemediğimiz bir halde bakıyoruz dünyaya. Her şeyin miktarı başımı döndürüyor. Dünya bugünlere öteden beri birike birike mi geldi? Onun için önceden seçilmiş olana ilerlemekten daha kolay pek az şey var günümüz insanı için. Bunu yapma hakkımı, hayatımı nasıl kurgulayacağımdan ziyade bazen hangi şarkıları dinleyeceğimde kullanmayı tercih ediyorum. Hangi “vibe” müzik dinleyeceğini bildikten sonra belki bir tuşa basabilirken, hangi “vibe” bir hayat istediğini bildikten sonraki aksiyon planı bir tuşla tekdüzeleştirilemeyecek kadar taşkın.
Yukarıdakileri yazalı epey oldu. Aşağıdakileri geçtiğimiz Pazar yazdım:
Elbette ki kapı açılıp biri girinceye dek süren yalnızlık diye bir şey var. Daha 1 sayfayı bulmadan kişi sayısı 2'ye ulaştı. Evler bunun için mi var? Birlikte yaşamak için mi? Sürekli kapı açılsın da içeri biri girsin diye mi? Yoksa, evlerin kapıları var, ve kapılar açılmaması gereken zamanlarda açılmasın diye mi? Dışarıda bırakmak için mi yoksa almak için var? Ağızlarımız mesela, düşünceleri. Gözlerimiz, paketlemeleri. Kalbimiz, gerçekleri. Veya her neyse. Söyleyebilmek üzere tam da oluşmamış, oluşumu tamamlanmamış gözlemlerle, çıkarımlarla, hislerle oturuyorum. Yazmanın tamamlanmamışlıkla ilişkisi hakkında yazmıştım daha önce: tamamlanmamış olanın yazıya dökülerek tamamlanmasını. Tamamlanma ihtiyacının halbuki, sürekli zihin tarafından karşılanmaya çalışması. Eve benden sonra gelen oldu, odamın kapısını hala açık tutuyorum. Çünkü zihnim buraya açık, kağıda, kaleme, bu tek kişilik deri ve ahşap koltuğa. Kapı eşiğinin çizgisinin dışında olana değil. Dinginleşmeye başladım siz öyle diyince. Bir savaşı dindirdim. Herkesi kapsamaya çalıştım derken hep ertesi gün oldu. Rutinlerim, acil olanı elimden götürdü. Bakımım, kendime bakışımı yumuşattı. Çarpıştıracak çok da bir gerçeklik kalmadı. Oyunun kurallarını eylemlerim yazmaya başladı, eylemlerim kurallara göre oluşmadı. Arzularım da başrol oyuncularındandı, haliyle korkularımın elinden tuttukları için elbette korkularım da meydandaydı. Henüz nasıl seslendireceğimizi bilmediğimiz bir şarkı yazıyoruz hep beraber. Yazmıyoruz belki de, duymaya çalışıyoruz önce. Gözlerimiz kapalı. Paketlemeleri görmüyoruz. Ama bu doğru bir yol mu? Eylemi var edecek şey, eylem gerçekleşmeden var olabilir mi? Bence hayır. O yüzden bir Pazar öğleden sonrası, yazıyorum işte. Kalemi bitirmek bahanesi, büyümek bahanesi, anlamak bahanesi. Hiçbir şeyi anlamak istemiyorum. Söndürmek için önce tüm yüzeyi eritmiş olması gerekir ya mumun, bir homojenlik arayışıdır ya bu, işte emin olamıyorum. Ne kadar vaktim var diye. Vakit nedir diye de emin olamıyorum. Hikayeler yazmakla mı barıştım yoksa? Kabul mu ettim kurgunun gerçeğin ta kendisi olduğunu bir bakıma? Kanadığımı, ayda 1 kez, en az 6 gün. Evimden uzun süre uzakta olmayı sevmediğimi, bir evimin olmadığını, ayak baş parmağımı, diğer parmaklarımdan fiziksel olarak ayırmanın iyi hissettirdiğini, ama belki de hiçbir şeyin ayrışmaması gerektiğini, iki gözün tek göze inmesi, parçalı düşüncenin verdiği acıyı, hiçbir hissimin bir diğerini unutturmaması gerektiğini, heybetimin acımın yanında, benliğimin ötekinin yanında, kızgınlığımın şefkatimin yanında, başarımın yoldaki taşların arasında ve içi içe, erkekle kadının, nasıl ki içime girdiğinde bütünleşiyorsak, çocuk mu yapmalıyız bir şeyleri bütünlemek için artık? Hele de doğamız elveriyorsa, arzumuz, tüm bu birleşimleri hele de mumu ateşle değil suyla yakmak istiyorsam, nasıl yakabileceğimi biliyorsam, ve yakabiliyorsam, en karanlık anlarda da, istediğimde çıkarıp yazıyor olmam gibi, kitabın adının tutkal olması gibi, çünkü neden ayrı dursun tüm parçalar, neden hepsinin ayrı ayrı isimleri olsun, neden arada derzler olsun, neden yan yana uyumayalım ki, aynı rüyayı görmekten korkmazken ve yine de her bir bilinç altı başka şeyler püskürtüyorken zaten üzerimize, ağlarken neden gülebilenin de biz olduğunu, hatta daha da iyisi, güldürebilenin de biz olduğunu neden unutalım ki? Neden cebimizde bir tutkal şişesiyle dolaşmayalım ki düyayı karışlarken? Bizi evimize sokacak anahtarlarla aynı cepte neden bir tutkal şişesi de bulunmasın ki?
18-19-20-21 Aralık tarihlerinde İMÇ 5. blokta yer alan SAHA Studio final açık stüdyo günlerine sizi davet ederek, saha kaydı*’nı bitiriyorum.
Bu nüsha Haziran-Aralık 2024 sanatçıları arasında yer aldığım SAHA Studio 8. dönem çalışmalarım bünyesinde yazılmıştır.