Çağımızın hastalığı zirvesel problemlere artistik bir bakış getiren, en sevdiğiniz dağlar kızından merhaba.
Bu bülteni ülke gündemi hararetlenmeden önce yazmaya başlamıştım. O zaman irdelemeye çalıştığım zirvesel problem bugün topluca irdelemeye çalıştığımız zirvesel problemin yanında belki küçük kalıyor. Ama belki de bireysel boyuttaki zirvesel problemlerimizin nasıl işlediğini anlarsak, kolektif özgürleşmeye ulaşmamız ve birbirimizi ulaştırmamız bir nebze olsun kolaylaşır. Bugün bu umutla yazıyorum bültenin devamını.
Sevgili dostum Gülnihal’in dağları deşme pratiğim üzerinden icad ettiği “zirvesel problemler” kavramına, 8 Mart Feminist Gece Yürüyüşü’nden sonra başka bir okuma daha getirdim. Sokaklarda karşısında dimdik durarak yürüdüğümüz erkek egemen düzenin, az sonra anlatacağım zirvesel problemlerle kesiştiği yerden başladım mevzuyu açmaya. Çoğu kadın için de hayatları boyunca bunun böyle olduğuna neredeyse eminim.
Erkekler hemen zıplamasın oturdukları yerden. Siz göremiyor olsanız bile, biz görebiliyoruz sizin için kurgulanmış olan zirveleri. Ve erkek egemen sistemin zirvelerinde sadece erkeklerin oturmadığını da görebilmenin, konuyu bir noktada ikili cinsiyet sistemi veya biyolojik cinsiyet bağlamlarında konuşmaktan çıkardığının notunu da geçmek isterim. Gelin birlikte yürüyelim.
Sentetik yapı malzemelerinden yapılmış bir dağ ile, topraktan yapılmış bir dağ arasında dağlar kadar fark vardır. Plastikvari bir malzemenin önceden tasarlanmış mükemmel ölçekli bir kalıba dökülerek oluşturulan zirve temsiliyeti anlayışı, bir insanın veya insan grubunun toprağı avuçlarıyla şekillendirerek organik hareketlerle oluşturduğu yapılar ve bu yapıların zirve anlayışı birbirinden farklıdır.
İnorganik ve endüstriyel malzemeler, hesap kitap ve ince ayarların bilimum arayüzlere verilmesi sürecinden geçerek yapay da olsa bir dağı pekala oluşturabilir. Oysa toprağın elle, yukarı hareketle okşanması sonucu oluşan dağ, her daim hataya, harekete ve esnekliğe açıktır. “Hataya” kelimesinin yerine “hayata” yazmaya çalışmam gibi mesela.
Üstelik toprağı zirveleştiren ellerin tırnak aralarında mutlak suretle toprak kalıntıları kalır. Bu, zirvenin oluşum hikayesinin organik bir göstergesidir. Yaşanmış olan gerçekliğe dair bir izdir. Gerçektir. İsterseniz sabun ve fırçayla giderilebilir.
Bu iki tür zirveyi yan yana koymak çarpıcı bir görüntü yaratır mı peki? Bakan gözler tasarlanmış zirvenin çekiciliğinde kendini kaybeder mi? Toprak, yüzyıllardır aynı işleyiş prensibine ve görünüme sahip olan toprak olduğu için, onun oluşturduğu tepeyi zirveden sayarlar mı?
Bakınca gördüğümüz zirvelerin önemli bir kısmı aslında orada değil. Çoğu yapay süreçlerle ve inorganik malzemelerle bir araya getirilmiş.
“Model” içimizdedir ve ne kadar insan varsa, o kadar da model vardır.
Alıntıladığım bu cümleyi Gündüz Vassaf 1992’de Cehenneme Övgü kitabında cinsel kimliğe dair özgürleşme bağlamında yazıyor. Cinsel kimliğe ilişkin “kurtuluşa” bilakis önümüze çizilen modellerden de özgürleşerek ulaşılabileceğine işaret ediyor. Tıpkı bugün kuir teorinin, tüm kategorilerin ötesindeki alan(lar)a işaret ediyor olması gibi.
Bugün kamu ya da özel sektör çalışanlarının önüne serilen ve yeteri kadar tırmanırlarsa hayallerindeki hayata kavuşacaklarının bir nevi garantisi mahiyetinde yapılandırılmış zirve anlayışı, sanata ve sanatçıya kadar sızmış durumda. Halbuki sanatçılar olarak, tırnaklarımızın arasında kalacak da olsa toprağı ellerimizle şekillendirme ve kendi modellerimizi yaratmanın peşindeyiz. Yapay zirvelere kanmıyoruz.
Öte yandan her türlü emeğin ve emekçinin, kadının ve lubunyanın, bir toplumu oluşturan tüm halkların, direnişin her anlamda asıl öznelerinin göz ardı edildiği yapay, medyatik ve sermayedar zirvelere inanan, onların varlığını doğrulayan ne kadar fazla insan olursa, zirvelerin meşruiyeti de o kadar artıyor. Utancın yer değiştirişi gibi, zirvelere olan inançlarımızın da yer değiştirmesinin vakti geldi.
Çünkü asıl zirvelerin sakinleri, onlara kimse bakmazken ovalarda, platolarda, sıra dağların arasında dış etmenlerden uzak düzlüklerde sırt üstü yatarak gökyüzünü seyrediyorlar. Üstelik bu zirvelerinin ucu sivri oluşumlar da değil. Sürekli olarak rüzgarla aşınarak yumuşayan, köşelerini ister istemez kaybetmiş, bulutların arasında varolan yapılanmalar. Güneşe diğer tüm zirvelerden daha da yakınlar.
Kimileri için görünce zirve demeye bin şahit isteyen bu organik yeryüzü oluşumları, rüzgarı tanıyıp ona göre konumlananlarla, yağmurları tadıp kaçmayanlarla, suyun hareketini tanıyıp oyunlarını birlikte kurgulayanlarla el birliği içinde yapıldı. Basınç farklılıklarına ve ayazlara dirayetle göğüs gerenlerle birlikte. Kendi modelini tek model olarak dayatmayanlarla, kendi modellerinin peşinden “cesaret bulaşıcıdır!” diyerek koşanlarla.
Dayanışmayla ve direnişle,
Dipnotlar:
Dün Ahsen, özgürlük hakkında düşünmeyi bıraktığımızda özgürleşeceğiz, dedi.
Ben ise, direndiğimiz şeyi var eden direnişin ta kendisidir, diyorum.
Haliyle de direniş, tüm yapay zirvelerin meşruiyetini artık tanımamaktan geçiyor olabilir mi? Asıl meyveyi verecek toprakla, birleşmeyle, ve negatife yöneltilen bir direnç yerine pozitife doğru inşa süreçlerine ulaşmakla ilgilenmemiz gerekmez mi?
Özgürlüğün olup olmadığını düşünmek, onu zihinselleştirdiği ve henüz ulaşılamamış bir zirve olarak konumlandırmaya devam ettiği için, bireysel bağlamdaki asıl özgürleşmenin önünde duran yegane şey olabilir mi?